“Bunların çok ama çok uzak bir dünyaya ait olduğunu hissediyorum. Ay’ın da o dünyanın bir parçası olduğunu duyumsuyorum.”
“Dansu Dansu Dansu” adıyla ilk defa 1988 yılında yayınlanan Murakami’nin romanı ülkemizde Ali Volkan Erdemir’in Türkçeleştirmesiyle ilk baskısını 2020 yılında Doğan Kitap’tan yapmıştır. Bir süredir elimden düşürmediğim kitaba dair gözlemlerimi bu yazı ile paylaşmak istiyorum. Introbookverts yazarları olarak bizim de ziyadesiyle sevdiğimiz Haruki Murakami çağdaş yazarlar arasında uluslar arası anlamda bilinen ve takdir gören bir yazar. Dolayısıyla bu yazıda biraz Murakami okumayı neden sevdiğimi “Dans Dans Dans” vasıtasıyla ifade etmeye çalışacağım.

Daha önce herhangi bir Murakami romanı okuduysanız eğer, “Dans Dans Dans” da bu geçmiş deneyimlere dayanarak oluşturduğunuz beklentiyi karşılıyor. Karakterlerin yaşadıkları dünyayı yansıtan detaylar; tasvirler, mekânlar, müziklerle beraber okuma deneyiminden beklediğimizden daha fazlasını veriyor belki de bizlere Murakami. Öyle ki, kitabın bazı noktalarında konunun fazla dallanıp budaklandığını ve dikkat dağıtıcı olmaya başladığını düşündüğüm bölümler bile eninde sonunda bir anlam kazandı.
“Labirentlerin içine giriyordum. Zamanımı ve gücümü asıl şov öncesindeki ara gösterilerde boşa harcadığımı hissediyordum. Peki ama asıl şov ne zaman başlayacaktı? Gerçekten de asıl şov diye bir şey olacak mıydı?”
“Dans Dans Dans”ı incelerken öncelikli olarak kitabın büyüsünü bozmayacak şekilde konusundan bahsedeceğim daha sonra ise kitabı kendi okuma deneyimime dayanarak birkaç başlık altında mercek altına alacağım.
Zihninden çık ve dans etmeye başla!
Başkarakterimiz, metin yazarlığı yaparak geçimini sağlayan, hayatına girmiş olan kadınlarla kurduğu ilişkilerin doğrultusunda anlam peşinde koşan orta yaşlı ve orta sınıfa mensup bir adam. Karısının bir başkasına âşık olup evi terk etmesiyle evliliği son bulmuş, devamında ise yalnızlık ile ortalama ilişkiler arasında mekik dokumuş olduğunu anlıyoruz. İşi dolayısıyla tanışıp beraberlik yaşadığı Kiki’yi rüyasında görüp, kaldıkları ‘Yunus Otelin’ ve bu gizemli kadının peşine düşmesiyle birlikte olaylar gelişiyor ve bir anlamda başkarakterimizin hikâye dağarcığı da genişliyor.
“Ben, kendim hakkında ne biliyordum ki? Bilincim üzerinden kavradığım ben, gerçek ben miydi? Tam da kasetçalarda kaydettiği sesinin insana yabancı gelmesi gibi, benim kavradığım haliyle kendim dediğim şey, bozulmuş halde ben gibi algılanıp gelişigüzel biçimde yeniden üretilmiş görüntümden başka neydi? Bunun hep böyle olduğunu düşünmüştüm.”
Öncelikli olarak Yunus Otelin resepsiyonisti Yumiyoşi giriyor hayatına ve anlattıkları ile onun dünyasının kıyısına dokunarak aklının bir köşesine yerleşiyor. Daha sonra Hiraku Makimura(!) isimli bir yazar ile başarılı bir fotoğrafçının on üç yaşındaki kızları Yuki’nin kendisiyle aynı dili konuştuğunu fark ediyor ve önlenemez bir arkadaşlık geliştiriyor. Ve Yuki’nin sezgileri sayesinde aradığını bulmaya çok yaklaşıyor. Tabii bu esnada okul yıllarından tanıdığı, ünlü bir sinema oyuncusu olan Gotanda ve bir otel odasında ölü bulunan “erotik kar küreyicisi” Mey gibi pek çok ilginç karakter ile de kesişiyor yollarımız. İlginç demişken, hikâyenin en can alıcı kısmında “koyun adam” da adeta paralel evrenden bağlanır gibi yine karşımıza çıkıyor.
“Neden gizleniyor? Neden acaba? Savaştan, uygarlıktan, kanunlardan, sistemden… Koyun Adam’lık olmayan her şeyden.”
Roman sonuna kadar gizemli havasını koruyor ve onca heyecanı yüksek olaya rağmen kendi zihnimizde yarattığımız dünyanın gerçekliğine ve onun yansımalarına işaret ederek bitiyor.
“Bakışlarımız karşılaşınca yüzü kızardı. Bunun üzerine ondan daha da çok hoşlandım. Neden acaba? Bana otelin ruhu gibi göründüğü için miydi yoksa?”
1. Sıradan şeylerin verdiği huzur
Murakami anlattığı hikâyelerdeki atmosferi, sade bir dil kullanarak her ayrıntısıyla gözümüzde canlandırmamızı sağlayabilecek yetkinlikte bir yazar benim gözümde. Bu romanda da karakterlerin sınıf ve statülerine göre yaşadıkları dünyanın çerçevesini ayrıntılarda boğulmadan bize rahatlıkla yansıtabilmiş görünüyor. Özellikle kitap boyunca neredeyse zihninde yaşadığımız başkarakterin, orta halli dünyasında geçirdiği sıradan bir günün içinde kendi başına yaptığı alışveriş, yemek hazırlayışı, akşam yürüyüşlerine çıkışı, kahve hazırlama ritüelleri bile okurken insana huzur veriyor. Sanki hep seyrettiğimiz Hollywood filmlerinden aşina olduğumuz bir dünya ile Japon kültürü (hatta belki Miyazaki animelerinden alışkın olduğumuz bir dünya) kendine has bir şekilde harmanlanmış ve karşımıza Murakami’nin dünyası çıkmış gibi bir his uyandırıyor.
“Onun gelişi o günün tek değerli anıydı. Mütevazı bir anlamda. Ama eski Mısırlılar da her günün mütevazı olayları karşısında sevinç duyup mütevazı bir yaşam sürmüşler ve sonra ölüp gitmişlerdi. Yüzme öğrenmiş, ölüleri mumyalamışlardı. Bütün bunların toplamına uygarlık denir.”