top of page

Ölümcül Kimlikler

Güncelleme tarihi: 10 Ağu 2023

"Ölümcül Kimlikler", (Les Identites Meurtrieres) ülkemizde daha çok "Semerkant" ve "Afrikalı Leo" kitapları ile tanınmış olan Amin Maalouf'un 1998 yılında yayımlanan ve ülkemizde Aysel Bora çevirisi ile Yapı Kredi Yayınları tarafından basılmış olan kitabıdır.


Maalouf kendisini Cezayir kökenli, Fransa'da yaşayan/üreten bir yazar olarak tanıtmaktadır. Şüphesiz ki bu durum Maalouf'un oryantalizme kaymadan hem Batı hem de Doğu perspektifinden "kimlik" ve "aidiyetler" üzerine dikkate değer analizler yapmasına katkı sağlamıştır.


Ölümcül Kimlikler; temelinde acıları, korkuları, hayatta kalma stratejileri ve duyguları nereye gidersek gidelim aynı olan insanlığın kendi arasında neyi paylaşamadığı ve neden ayrışarak birbirlerine yabancılaştığı üzerine bir sorgulama olarak karşımıza çıkmaktadır.


Her gün biraz daha acımasızlaşan, yeni 'öteki'ler üretmeye ve zıt kutuplar yaratmaya devam eden dünyamızda kimlik üzerinden yapılabilecek tartışmalar arasında Ölümcül Kimlikler bu anlamda önemli bir yer tutmaktadır.


Kazuo Ishiguro Ölümcül Kimlikler


Ölümcül Kimlikler'e Amin Maalouf, Lübnanlı bir aileden gelen Fransız bir yazar olarak kendi kimliğini sorgulamasıyla başlar. Bu anlamda, kimlik denilen şey nedir; dışsal özelliklerimizin bir toplamı, bize uygun görülen etiketler mi yoksa birey olarak içimizde biriktirdiklerimiz ile birlikte bütün söz edilenlerden çok daha fazlası mıdır sorularını gündeme getirmektedir.


Burada kimliği oluşturan önemli bir unsur olarak kişinin konuştuğu, düşündüğü, dünyaya dair anlamlar ürettiği ve dolayısıyla kültüre dahil olduğu, dil karşımıza çıkmaktadır. Dile yapısalcı bakış açısına yakın duran bir gözle bakıldığında, bireyin kimliği ile dilin bağlantısının ortaya koyulduğu tartışmalarda nereye oturduğunu gösteren Maalouf, bunu kendi sözleriyle şu şekilde belirtmiştir:


"Arapça'nın anadilim olduğunu, Dumas ve Dickens'i, Guliver'in Seyahatleri'ni ilk kez Arapça çevirisinden keşfettiğimi ve çocukluğun ilk sevinçlerini atalarımın köyü olan dağ köyümde tattığımı, ilerde romanlarımda esinleneceğim bazı öyküleri orada dinlediğimi açıklıyorum. Ama öte yandan, yirmi iki yıldan beri Fransa topraklarında yaşamaktayım, onun suyunu ve şarabını içiyorum, ellerim her gün onun eski taşlarını okşamakta, kitaplarımı onun diliyle yazıyorum, o artık benim için asla yabancı bir ülke olamaz."

Devamında ise kimlik nedir veya benim kimliğimi tanımlayan şey nedir sorularına cevap verir: "Benim birçok kimliğim yok, bir kişiden diğerine asla aynı olmayan özel bir dozda onu biçimlendiren bütün öğelerden oluşmuş tek bir kimliğim var. "


Kimlik, çok keskin ayrımlarla karşımıza çıktığından ve ilk etapta insanların zihninde din, dil, ulus, etnik köken gibi ayrımlara işaret ettiğinden pek çok insanın öznel koşullarında bu tanımların boşlukta kaldığı görülmektedir. Maalouf'un da verdiği örneklerde olduğu gibi Cezayirli bir ailenin çocuğu olarak Fransa'da doğmuş bir genç veya Türkiye’den göç etmiş bir aileden gelen ancak bütün hayatını Almanya'da geçiren, anadili olarak Almanca konuşan bir kişinin kimliğine dair keskin tanımlarla yaklaşılırsa, pek çok parçaya ayrılmış bu aidiyetler eksik ve havada kalmaktadır. Maalouf'a göre; nihayetinde bu şekilde altı çizilen aidiyetler arasında arafta ve bir seçim yapmak zorunda kalan bireylerden katiller ve caniler yaratılmaktadır.


I. KimliÄŸim, Aidiyetlerim


Maalouf, bu bölüme başlarken dost gibi görünen ancak nihayetinde öyle olmadığı anlaşılan sözcüklerden birisi olarak tanımlamaktadır kimliği. "Kendini tanı" fikrinin peşine düşüp düşünce tarihinin akışında kimliği sorgulamaya başladığımızda, Sokrates'ten Frued'a kadar farklı alanlarda çalışmalar yapmış pek çok farklı düşünürle karşılaşırız. Ancak bu denemede Maalouf tarafından kimliğin sorgulanan yönü; dinsel, etnik, ulusal ya da başka kimlikler adı altında cinayete varan faaliyetlerin gerçekleştirilmesinde aldığı roldür.


Kimlik duygusu, ötekilerden kendini ayırma ile bireyin kişilik gelişiminde işlevsel bir nosyon olarak ortaya çıksa da, "biz ve onlar" kavramsallaştırması ile de nefret söylemi üretmenin de yolunu açmaktadır. Maalouf'un kimliklerin bu özelliği ile katilleri de ürettiği fikri bu noktada temellenmektedir; çünkü nefret söylemleri tarihteki örneklerde de görüldüğü gibi nefret suçu işlenmesini ve kitlesel travmaların yaratılmasının da önünü açmaktadır.


Kimlik söz konusu olduğunda konuşulan dil ve dilde ortaklık diğer bütün aidiyetlerden ağır basmaktadır. Dil, bireyin hem dünyayı anlamlandırmasında hem de kendisini simgeselleştirerek ortak kültüre katılımında önemli bir unsur olarak ortak aidiyetler oluşturma noktasında da baskın gelmektedir. Maalouf'un da kitabında verdiği örnekte olduğu gibi hiçbir Alman veya İngiliz, Arapça konuşan birisinin olduğu kadar, Lübnan'da yaşayan bir din adamı ile İngilizce konuşarak bir ortaklık duygusu geliştirip onu anlayamaz. Bu duygunun gelişmemesi Arap etnik kökenli birisinin Batılı dünyadan gelen bir kimliğe karşı kurduğu "yabancı" olma duvarından kaynaklanmaktadır. Burada Maalouf'un vurgu yaptığı şey; kendisinin Arapça biliyor olmasının, yalnızca bir dil bilmekten ibaret olmamasıdır, çünkü Arapça hem Arap etnik unsurunu taşımakta hem de aynı zamanda Arap olmayan pek çok insanın dinen kutsal kabul ettiği bir dil olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda Lübnan'da Arapça konuşan bir "yabancı"ya yönelik bakış, ortak aidiyetler bağlamında çok daha farklı olacaktır.


Aidiyetlerin karşısında kimlik muhasebesi yapan herkesin karşı karşıya kalacağı kendisine özel bir durum devreye girmektedir. Bütün bir insanlık özel durumlardan başka bir şey değildir derken Maalouf, kimlik hususunda bir yeniden üretim söz konusu olsa bile her kimliğin inşasında kendine özel bir durum ya da durumların ortaya çıkmasını vurgulamaktadır.


Bir kişinin kimliği babası ile bile aynı olmayacak dahası kendi oğlu bu iki kimlikten çok daha farklı bir yerde duracaktır. Dolayısıyla kimliğin yeniden inşası söz konusu olsa bile her yeni kişinin özel koşulları da dahil olacağından hiç kimse bir diğerinin aynısı olamayacaktır. Maalouf'a göre bu söylem, aidiyetler konusunda eninde sonunda her bireyin eşit olduğu ancak aynı olmadığı anlayışına kapı aralayacak gibi durmaktadır.

İdeolojinin özneyi adlandırıp çağırması gibi; din, dil, sınıf ve renk de kimliğe istila etmiş öğeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Maalouf'a göre aslında kimlik, bu tanımlar üzerinden yaşarken farkına vardıkça kazıyarak edindiğimiz şey, olduğumuz kişidir. Ve bu iş bebeklikten itibaren başlamaktadır. Aile, isteyerek veya fark etmeden adetler, gelenekler ve uzak durulması gerekenler, alışkanlıklar, uzlaşılmış kurallar, tuzaklar ve tabii ki anadille kişiliği inşa eden süreci başlatmış olmaktadır. Bu süreçte önyargılar, korkular, kin duygusu, aidiyetler ve ait olmama durumları da devreye girmiştir.


Maalouf'un ortaya koyduğu düşünceye göre kimlik inşasında bu keskin ayrımlardan vazgeçildiği bir insanlık durumuna geçildiği anda kuşaktan kuşağa aktarılan bu duyguların önüne geçilebilmesi ancak söz konusu olacaktır. Aksi takdirde kimlik her zaman meşru bir eğilimi yansıtmakla başlayıp bir savaş aleti haline gelebilecektir.


Küreselleşme ise kimlik üzerinde tartışmaya açılması gereken bir başka önemli olgudur. Çünkü küreselleşme ile her coğrafyada hızlı ve karmaşık bir kaynaşmayla birlikte kendini dayatan yeni bir kimlik kavramı vardır. Kitleler halinde insanlar kimliklerinin aşırı vurgulanması ile ayrışma ve bütünleşme arasında bir seçim yapma zorunluluğu hissetmektedir artık. Bu anlamda Maalouf'un çağımızın en önemli özelliği olarak vurguladığı şey, tüm insanları bir bakıma göçmen veya azınlık haline getiren bir sistemin işliyor olmasıdır.


Her kimlik, çağın getirisi olan şeylerle birlikte tehdit altında gözükmektedir. Burada Maalouf'un insanlarda her zaman geldiği yere dönme nostaljisinin olduğu vurgusu çağımız toplumlarındaki muhafazakârlaşma eğiliminin giderek yaygınlaşmasına tek yönüyle de olsa bir açıklama getirmiş gibi gözükmektedir.


Bir yerden bir yere fiziksel anlamda göç olgusu ise ; can veya gelecek korkusu baş gösterdiği zaman ortaya çıktığından ötürü kimlikler üzerinde farklı etkiler göstermektedir. Öncelikle geride bırakılanlar varsa suçluluk duygusu ile bir tarafta beraberinde getirilen kültüre dair izler diğer tarafta uyum sağlanılması ve göze batmamak için rollerin iyi oynanması gereken bir kültür sahnesi ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla göçmenler yaşamları söz konusu olduğundan, göç ettikleri yerin kimlik bileşenlerini, o kültürün özünü oraya ait kimliklerden daha iyi bilmek zorunda kalarak, gerekli rolleri daha inandırıcı oynamayı başarırlar.


II. Modernlik Öteki'nden Gelince


Kimlik üzerinden ideolojik bir okuma yapmaya çalıştığımızda tarihle ilgili bütün metinler aynı yerde durmakta ancak bakış açısı değişmektedir. Bizim bakış açımız ne ise ona göre bazı cümlelerin üzerinde durulmakta bazıları ise görmezden gelinmektedir. Maalouf'a göre, burada amaç önceden beri sahip olunan olumlu ya da olumsuz önyargıların doğrulanması değil de cevaplar aramaksa doktrinlerin özüne değil onu benimseyenlerin tarih boyunca sergiledikleri davranışlara eğilmek gerekmektedir.


Din üzerinden gelişen kimlik anlayışında göze çarpan ayrım Hıristiyan ve Müslüman coğrafyalar arasındadır. Kendinden farklı olanla yan yana yaşayabilmeyi, hoşgörüyü İslam coğrafyası Hıristiyanlığa göre daha kolay benimsemiş gözükmektedir. Ancak eşitlik ve demokrasiyi toplumlarına yerleştirebilen Hıristiyan coğrafyası olmuştur. Burada demokrasi her zaman bir talep olmasa bile görece daha başarılı uygulayan Hıristiyan geleneğinden gelen toplumlar olmuştur.


Müslüman toplumu ancak kendini güvende hissettiğinde açık olmayı başarabilmiştir. Yani Müslüman coğrafyasına atfedilen her türlü gerici, barbar, ırkçı tanımlamalar Müslümanlık tarihinin saf bir ürünü değil, çağın gerginliklerinin, çarpıklıklarının, uygulamalarının ve umutsuzluklarının ürünüdür. Gelinen noktada Batı kültürünün bütün izlerini silmeye ant içen Ayetullah Humeyni ile kapitalist kültürün bütün izlerini silmeyi vaat eden Mao Zedong arasında bir fark yoktur. Maalouf'a göre altı çizilmesi gereken husus, İslam coğrafyasındaki gelişmeleri anlamak için İslam tarihi hakkında ciltlerce kitap okuyup hiç bir şey anlayamayacakken sömürgecilik ile ilgili okunan otuz sayfa ile çok daha fazla şey anlayabilecek olmamızdır.


Tarihteki örnekleri de göz önünde bulundurarak hiçbir doktrinin kendi başına özgürlükçü olamayacağı, hepsinin, komünizmin, liberalizmin, milliyetçiliğin, büyük dinlerden her birinin hatta laikliğin kontrolden çıkabileceğini, yozlaşabileceğini ve elini kana bulayabileceğini bilmekteyiz. Ancak şu da bilinmektedir, tarihte hiç görülmediği şekliyle; belirli bir uygarlık gezegenin dizginlerini eline almıştır. Onun bilimi bilim, tıbbı tıp, felsefesi felsefe olarak kabul edilmiş; bu yoğunlaşma ve standartlaşma hareketi her alana ve her kıtaya yayılmıştır. Böylece dünyanın hem mutluluğu hem de felaketleri Batı'dan gelmiş gibi gözükmektedir. Dolayısıyla gezegenin neresinde yaşanırsa yaşansın modernleşme Batılılaşma demek olmuştur.


Bu doğrultuda modernleşme bir gerçeklik olarak Batılı uygarlığın bağrında doğanlarla onun dışında doğanlar arasında farklı tecrübe edilmesine neden olmuştur. Batı dışındaki uygarlıklar için modernleşme sürekli olarak kendilerinden bir parçanın terk edilmesi anlamına gelmektedir. Hiçbir zaman bir burukluk, aşağılanma ve inkar duygusu olmadan yaşanmamış olması nedeniyle derin bir kimlik bunalımı ile eski aidiyetlere sıkı sıkıya sarılan gerici bir kesimi de beraberinde getirmesi şaşırtıcı değildir.


III. Gezegensel Kabileler Zamanı


Zamanın havası, kimliklerin ifade ediliş şekilleri ve içeriklerini de değiştirmektedir. Bir dönemde hangi dine mensup olunduğunun ifade edilmesi ayıp ve gereksiz sayılırken gelinen durumda dini aidiyetler gururlanarak yüksek sesle ifade edilip ibadetler gösteriş içerisinde yapılır olmuştur. Maalouf'a göre dinin yükselişi, kısmen komünizmin çöküşüyle kısmen üçüncü dünya toplumlarının içinde bulundukları çıkmazlarla kısmen de batılı modeli etkileyen krizlerle açıklanıyorsa da küreselleşme tartışmaları eklenmeden açıklanamaz durumdadır.


Küreselleşme ve evrimleşen iletişim modelleri ile insanlar aynı anda hem hiç olmadığı kadar ortak bilgiye, imaja, söyleme hem de ötekilerden farklılıklarını vurgulamaya itilmektedir. Hızlı küreselleşme aynı anda kimlik ihtiyacının ve maneviyat ihtiyacının güçlenmesine yol açması nedeniyle dinsel aidiyetlerin yükselişine bir açıklama getirmektedir.


Maalouf, toplumsal değişimler sayesinde giderek dinin etkisini yitireceği düşüncesine katılmadığını da açıkça ortaya koymaktadır. Ancak, küreselleşmenin yanı sıra "dünyalılaşma" hali toplumlar tarafından kültürlerin, dillerin, törenlerin ve inançların, geleneklerin ve kimliklerin yok edicisi gibi algılanmaya devam ettiği takdirde gerici tepkiler ve şiddeti de beraberinde getireceğini vurgulamaktadır.


IV. Panteri EvcilleÅŸtirmek


Bu başlık altında derinleştirilmeye çalışılan düşünce, dünyalılaşma sürecinde kimliğe körü körüne bağlı davranışları nasıl azdırdığı ve günün birinde bütün bunların nasıl daha az ölümcül hale getirilebileceğidir.


Kimlik, her şeyden önce simgeler hatta görünüşler işidir. Bu anlamda dil, en belirleyici unsur olarak vurgulanmaktadır. Bir insanın dinsiz yaşayabileceği ancak dili olmadan yaşayamayacağı ispat gerektirmeyen bir gerçekliktir. Maalouf, bu açıdan İsrail devletinin kurulmasını değerlendirirken, bir ulus oluşturmalarının temelinde din bağından çok ulusal bir dil etrafında birleşmeleri olarak görmektedir.


Dil, işlevleri açısından hem iletişim aracı hem de kimlik etkeni olması dolayısıyla önem kazanmaktadır. Bu bağlamda dil kimliğin ekseni olarak kalma eğiliminde, dilde çeşitlilik ise bütün çeşitliliklerin ekseni görünümünü almaktadır. Dolayısıyla Maalouf'a göre kimlik diliyle küresel dil arasında doldurmayı bilmemiz gereken geniş, uçsuz bucaksız bir alan vardır.


Maalouf, dünya insanı olmak konusunda küreselleşmenin dayattığı kimlikler veya ortak diller geliştirmenin ne demokrasi yönünde ne de gerilimler açısından kısa yoldan bir çözüm oluşturamayacağını da eklemektedir. Zira harita üzerinde hangi coğrafyaya bakılırsa bakılsın bütün siyasi adayların dinsel ya da etnik aidiyetler üzerinden seçmenlerine hitap ettiği fark edilmektedir. Ancak diğer taraftan da kimlik hayvanını evcilleştirmenin en iyi yolu konusunda serinkanlı ve küresel düşünme zorunluluğu her yerde kendisini hissettirmektedir.


Sonuçta Maalouf'un kimlik tartışmasında geldiği yer, her insanın yaşadığı ülkeyle ve günümüz dünyasıyla özdeşleşebileceği bir kimliğe sahip olmasıdır. Bu yolda izlenmesi gereken düşünce zemini; farklılıklara vurgu yapan, dışlama ve üst aidiyet konumları üreten ve eksilten bir kimlik anlayışı yerine pek çok farklı kimliği bir arada barındırabilen çoğaltan bir kimlik anlayışının yaygınlaşmasıdır. Böyle bir yöntemle çağımızın olgusu olarak baş gösteren göçmen kimliği de bir anlamda gerginlik ve çatışmalarından arındırılmış olacaktır.


Özetle Maalouf, kendi kimliğinden yola çıkarak günümüzde kimlik kavramına atfedilen anlamları sorgulayarak işe başlamış; din, dil, etnik köken, ulus gibi etiketlerin günümüz insanını bir çıkmaza sürüklediğini pek çok örnekle ortaya koymuştur. Ancak kimlik duygusunun üzerinde küreselleşmeyle birlikte gelen modernleşme ve farklılaşma ekseninde gelişen etkinin göz ardı edilemeyecek bir boyutta olmasına da dikkat çekmiştir. Bu anlamda, modernleşme kavramı pek çok coğrafyanın tarihsel ve ekonomik koşulları ile ilişkili olarak din, dil, milliyet olarak kimlik duygusuna daha sıkı sıkıya sarılmasına neden olurken, diğer yandan küreselleşme mefhumunun beraberinde getirdiği bireyselleşme vurgusu da kimlikleri vurgulama ve ifade etme ihtiyacını ortaya çıkarmıştır.


İçinde bulunduğumuz dünyanın her kimliği göçmen haline getirdiği fikrinden yola çıkarak Maalouf, dünyalılaşma fikrini ortaya koymuştur. Maalouf'un dünyalılaşma ile ifade etmek istediği, keskin ayrımları olan, farklılaşmaya dayalı ve muhafazakâr bir çerçevede korunmak istenen kimliklerin yerine "dünya insanı" olma yönünde ortak kültürel kodlar geliştirebilen, farklılıkları ile bir bütünlük oluşturan bir kimlik anlayışının dünya toplumları genelinde benimsenmesidir. Böylece kimlik üzerinde dayatılan farklılıklara dayalı işlevsel bir kimlik duygusu ile ortaya çıkan şiddetin de önüne geçilebileceğini vurgulamaktadır.


Belki de her şeyin daha adil olduğu ve her canlının gözetildiği; etik kurallara göre işleyen bir dünya hali için, tüm o anlamı bağlamına göre değişen; dil, din, etnisite ve cinsiyet etiketlerini arkamızda bırakıp "dünyalılaşma" evresine geçebiliriz!


Kitap Ölçer Puanı: 9.8 / 10

159 görüntüleme0 yorum

İlgili Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page