Kendi İmkanlarımızla…
6 Şubat sabahı saat 4 sularında Pazarcık (Maraş) merkezli 7,7 ve 7,6 şiddetinde iki ayrı büyük depremle uyandık ülkece. Urfa, Adana, Antep, Hatay (Antakya), Adıyaman, Diyarbakır, Malatya ve Elazığ olmak üzere 10 ayrı ilin etkileyen deprem; verdiği maddi – manevi hasarla birlikte şimdiden tarihe not düşülen bir felaket oldu. Toplum olarak yaşadığımız bu doğal afet ve onun daha büyük bir faciaya dönüşümünü birkaç başlık altında tartışmaya açmak istiyorum.
Biz ne yaşıyoruz?
Deprem benim jenerasyonum için ’99 Gölcük Depremi ile birlikte somutluk kazanmış bir gerçeklik diyebilirim. O dönemde bile deprem ülkesi olduğumuz bilimsel bir veri olmasına rağmen çok geç kalınmış bir hızlı bilinçlenme hali söz konusuydu. Yaşanan şok ve acılar, ihmallere karşı duyulan öfke, insanlığın hayatta kalmak için karşılaştığı tatsız olaylar ve yerleşik korku ile bir süre ülkenin gündemi deprem olmuştu.
Yaklaşık bir sene boyunca bir kenarda hazır tuttuğumuz deprem çantaları, çök-kapan tatbikatları, açık alanda geçirilen gecelerin ardından depreme dayanıklı bina uygulamaları hayata geçirilmiş ve tek bir müteahhittin ceza almasıyla geride bırakmıştık bu gerçekliği. Tabii ki birincil ve ikincil travmaları derinimizde izlerini koruyarak..
Arada bir hortlak gibi hatırlanan “Büyük İstanbul Depremi” tartışıla dursun yaşadığımız son olayla ülkemizde depremle birlikte yaşama konusunda bir adım öteye bile gidemediğimiz bir tokat gibi vurdu yüzümüze.
Haritadan kaybolan kentlerin yarım görüntüleri, gözümüzde canlandıramadığımız rakamlarda can kayıpları kabus gibi çöktü üzerimize. Ne yapabilirimin peşindeki çaresizlik, tüm yolları tıkayan güvensizlik, bugünleri hazırlayan toplumsal kutuplaşmanın yarattığı baskı, hayatta kalmanın suçluluğu bir zincir gibi bağladı ayaklarımızı bu tablo karşısında.
Peki toplumsal olarak biz neredeyiz?
Deprem bölgesinde yaşayan insanlar, empati yaparak kıyısına bile yaklaşamayacağımız bir cehennem yaşadılar ve halen yaşıyorlar şu anda..
Bizler ise; biri ulusal basından diğeri ise sosyal medya üzerinden olmak üzere iki farklı gerçeklik ile karşı karşıyayız. Bir yanda acı sömürüsü ve mucizeler üzerine anlatılan hikayeler, temkinli (!) artan kayıp rakamları ve devlet olarak müdahalede eyleme geçirilen personel /yardım ekipmanları sayılıyor.
Öbür tarafta ise ışıkların göstermediği yerde bir atalet, kimsesizlik, ölüm, fakirlik, yolsuzluk ve koordinasyonsuzluk silsilesi fışkırıyor. İnsanlık ilk günden beri orası için seferber olmaya çalışıyor ancak gördüğümüz manzara hep kimsesizlik ve yoksunluk. Her kamerada, mikrofonda ilk cümle “kendi imkanlarımızla…” oluyor.